Bu projede benim için teknik olarak en heyecan verici unsur "ışıktı". The Ritz-Carlton İstanbul’un mimarisi, Boğaz'a hakim bir konumda. Bu da demek oluyor ki, günün her saati "ışık" değişen bir karakter gibi davranıyor.
Benim işim o karakteri yönetmekti. Sabahın erken saatlerindeki yumuşak ışığın süitlerde yarattığı dinginliği veya "mavi saatlerde" (blue hour) şehrin ışıklarıyla otelin iç aydınlatmasının birleştiği o büyülü anı yakalamak, projenin kilit noktasıydı. Mimari fotoğrafçılıkta ışık, sadece bir aydınlatma aracı değil, mekanın ruhunu canlandıran fırçanın kendisidir.
Bir otel fotoğrafçısı olarak, aynı zamanda bir stratejist gibi düşünmek zorundayım. Bu fotoğraflar ve filmler, otelin en önemli pazarlama materyalleri. Her karenin ticari bir hedefi var. Lobinin görkemini gösteren bir kare, "prestij"i; bir odanın detayını gösteren bir kare, "konfor"u; Boğaz'a karşı bir restoran karesi ise "unutulmaz bir anı"yı satar.
The Ritz-Carlton İstanbul projesi, 15 yıllık birikimimi kullanarak, mimariye nasıl "hayat verilebileceğini" gösterdiğim özel işlerden biri oldu. Bir yapıyı "canlandırmak", onun sadece geometrisini değil, içinde barındırdığı duyguyu, prestiji ve yaşanmışlığı da ortaya çıkarmaktır. Bu proje, bir otelin nasıl "bir binadan fazlası, bir anı" olabileceğinin görsel kanıtıdır.





























