Belek'te, Selçuklu mimarisinden ilham alan bu yapı, modern bir otelden çok, "yaşayan bir mimari sanat eseri" niteliğindedir. Görevim, bu "incelikli" ve "karakterli" mimariyi, o muazzam "kubbeleri" (domes) ve "kemerleri" (arches), Kempinski markasının "Avrupalı lüks" anlayışıyla harmanlayarak "canlandırmaktı".
"Mimariyi Canlandıran Dokunuş" felsefem, bu projede, "detay" ve "işçilik" (craftsmanship) üzerine kuruluydu.
Bu otelin mimarisi, "minimalist" değil, "zengin"dir. Odak noktam, bu zenginliği "gösterişli" veya "ağır" değil, "zarif" ve "zamansız" göstermekti. Tecrübemle, benim odak noktam, otelin "imzası" olan o muazzam "kubbelerin" altındaki "hacim" hissini ve o "Selçuklu tarzı" geometrik desenlerin yarattığı "ritmi" yakalamaktı.
Işığı, bu "incelikli işçiliği" (oymalar, kemerler) "okşayacak" ve "derinliğini" ortaya çıkaracak şekilde kullandım. Mimarinin "canlanması", onun "tarihi" karakterinin "modern konforla" nasıl mükemmel bir denge kurduğunu göstermekle oldu.
Kempinski Hotel The Dome projesi, birikimimle, "mimari karakterin" bir otelin "ruhunu" nasıl tek başına tanımlayabildiğini gösteren bir imza işi oldu.
Bu projede, "modern" lüksün her zaman "minimalist" olmak zorunda olmadığını; "tarihi" ve "klasik" esintilerin de "ultra lüks" bir deneyimin merkezi olabileceğini belgeledik. Biz, bir binayı değil, "mimarinin sanat halini" canlandırdık.



