Bu projede benim görevim "ikili" idi: Hem o ikonik mimariyi (denizin üzerine uzanan o muhteşem kıvrımları ve marinayı) fotoğraflamak hem de "modelli" bir yaşam tarzı çekimiyle, o "efsanevi zarafeti" günümüzde yeniden "canlandırmaktı".
"Mimariyi Canlandıran Dokunuş" felsefem, bu projede, "mimari" ile "insan" arasındaki o kusursuz dengeye odaklandı.
Mimarisi, Boğaz'ın "görkemi" (Çırağan gibi) ile değil, "zarafeti" ile diyalog kurar. Tecrübemle, benim mimari fotoğrafçı gözüm, modellerimizin o "zarafeti" yaşayacağı "sahneyi" aradı. Denize sıfır o teraslar, o ikonik kıvrımlı balkonlar... Bunlar, bir "mimariden" çok, "sinematik bir sahneydi".
Bir yönetmen olarak, modellerimizle bu sahneyi "doldurduk". Amacımız "gösterişli" bir lüksü değil, "zahmetsiz" ve "zamansız" bir şıklığı (effortless elegance) göstermekti. Mimari "fon" değil, modellerimizle birlikte "başrol" oyuncusuydu.
The Grand Tarabya projesi, birikimimle, "mimari" ve "yaşam tarzı" fotoğrafçılığının nasıl mükemmel bir dengeyle birleşebileceğini gösteren bir imza işi oldu.
Bu projede, bir binayı değil, "Boğaz'ın zamansız zarafetini" ve bir "efsanenin yaşayan ruhunu" belgeledik. Biz, "sinematik bir rüyayı" canlandırdık.














